top of page

High Fidelity Dizisi: önyargılı giriştim ama bayıldım!

Nick Hornby’nin Sel Yayıncılık tarafından dilimize Ölümüne Sadakat olarak çevirilen, High Fidelity isimli romanı en sevdiğim kitaplardan biri. Bu kitaptan uyarlanan, başrolde çok sevdiğim John Cusack’in rol aldığı aynı isimli, 2000 yapımı filmi de en sevdiğim filmlerden biri. Her ne kadar Zoë Kravitz de sevdiğim oyunculardan olsa da High Fidelity dizisi biraz önyargılı, kuşkuyla yaklaştığım bir dizi oldu çünkü 90’larda (2000 de 90’lar sonu sayılır sonuçta) sevdiğim şeylerin yeniden yapımlarının kötü olması inanılmaz sinirimi bozuyor. Bunu en yakın zamanda The Craft filminin devamı niteliğinde olan filmle yaşadım mesela ve “keşke yapmasalardı” dedim. High Fidelity dizisi için de bunu demek istemedim açıkçası. İyi ki önyargılarımı yutup izlemişim çünkü demedim de!

High Fidelity dizisi, kitap ve filminde erkek olan başrolde bir kadının rol aldığı versiyonu hikayenin. Filmde Jack Black’in canlandırdığı Barry karakterinin karşılığı olarak da huyu suyu aynı ona benzeyen, zenci bir kadın olan Cherise çıkıyor karışınıza mesela. Dick’in yerini ise yine huyu suyu ona benzeyen ama pek çok yönden de farklı olan Simon karakteri almış. Ben önceki örnekleri göz önünde bulundurarak bu hikayeyi alıp bambaşka bir şey oluşturmuşlardır diye düşünmüştüm ama beni çok şaşırttılar çünkü öyle yapmamışlar. O kadar çok paralellik vardı ki High Fidelity dizisi ve filmi ile kitapları arasında anlatamam! Hatta filmdeki ve dizideki bazı replikler bile neredeyse birebir aynıydı; inanılmaz heyecanlandırdılar beni. Eminim filmdeki, Rob’un kazağıyla ilgili muhabbetleri hatırlayanlar da mesela diziyi izlerken heyecanlanacak.

High Fidelity dizisi olmuş ya!

Film, Chicago’da geçiyor. High Fidelity dizisi ise New York’ta. Özellikle Rob’un plak dükkanının Brooklyn’de olduğunu görünce de biraz tırstım açıkçası. Bugün artık klişe haline gelmiş hepsi vegan olan, her şeyin doğalını kullanmayanı küçük gören, dünyayı kurtarmayı görev edinmiş gibi görünen ama bir yandan da etliye sütlüye bulaşmayan tiplere odaklanacaklar diye korktum. Böyle yaşamak isteyen, yaşayan insanlarla bir derdim yok; herkesin hayatı kendine ama oturup onları izlemek de istemiyorum valla. Allahtan durum hiç öyle olmadı ve dediğim gibi pek çok alanda hikaye de ve aslında karakterler de orijinaline sadık kaldı. Aradan 20 yıl geçtiği göz önünde bulundurulduğunda beklendik, olması gereken değişiklikler yapılmış. Bunlar neler derseniz…

Mesela, Rob bir kadınla da ilişki yaşıyor. Yanında çalışanlardan biri gay. Her ne kadar dükkanda kaset satsalar da sevdiklerine “karışık kaset” değil, Spotify listesi yapıyorlar. Rob her ne kadar sosyal medyaya falan pek hakim olmasa da (aynı John Cusack’in Rob’u gibi hayata dair bilgisi müziğe dair bildikleriyle sınırlı; öyle ki The Sopranos dizisini bile hala izlememiş mesela ve buna sürekli gönderme yapılıyor) cep telefonunu sıklıkla kullanıyor; yani günümüzde normal standartlarda yaşayan bir insanın yapmasını bekleyeceğiniz pek çok şeyi yapıyor.

High Fidelity dizisi ana karakterin kadın ve zenci olması, en yakınındaki karakterlerin de dizideki gibi seçilmesiyle de aslında (anlayana) güzel mesajlar veriliyor. Mesela, Rob eski kız arkadaşının partisinde tanıştığı biriyle muhabbet ederken plak dükkanı olduğunu söylüyor. Konuştuğu kadının ona söylediği de şu:

“It’s so badass for you to not only occupy but freaking own such a historically masculine space.”

Yani, “tarihsel olarak bu kadar erkek egemen olan bir alanı işgal ediyor olman çok havalı bir şey.”

Bu kadar önyargılı girmişken High Fidelity dizisi beni öyle şaşırttı ve bana o kadar iyi geldi ki anlatamam. Soundtrack’inde de yine orijinalinin havasına sadık kalarak ilerlemişler ve bölümlerin sonundaki credit’leri bile izledim müzikler çok iyi olduğu için. Sizin için de aşağıya dizi müziklerinin listesini bırakıyorum.

https://open.spotify.com/playlist/37i9dQZF1DWZ5kgu17cbcC?si=cd51d98376954f16

2 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page